HABER MERKEZİ - Kürt sorununun çözümüne dair kurulan komisyonun yasal adımlar atmaması konusuna değinen Yeni Özgür Politika Gazetesi yazarı Fuat Ali Rıza “Süreç esasta bir mücadele süreci olduğuna göre, doğru yer ve zamanda sürekli eylemli olmak, başarmak açısından çok daha önemlidir” dedi.
Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan tarafından başlatılan sürece dair iktidarın bir adım atmamasına dair tartışmalar sürüyor. Sürece dair yürütülen tartışmaları gündemine alan Yeni Özgür Politika gazetesi yazarı Fuat Ali Rıza, “Süreç tartışmaları ve büyüyen özgürlük mücadelesi” başlıklı bir yazı kaleme aldı.
Fuat Ali Rıza’nın yazısı şöyle: “Ekim ayı başında Meclis açılmış olmasına rağmen 'Barış ve Demokratik Toplum Süreci’nin hukuki gereklerine yönelik herhangi bir adımın atılmaması ve Komisyon çalışmalarının uzayıp gitmesi, söz konusu Süreç üzerine tartışmaları artırıyor ve sertleştiriyor. Özellikle Meclis Komisyonu’nun Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan ile hala görüşmemiş olması, Kürtlerin ve dostlarının Önder Apo’ya fiziki özgürlük mücadelesini daha da büyütüp yaymasına yol açıyor.
KÜRTÇE ENGELİ
Kuşkusuz sürece ilişkin Meclis’te yaşananlar bununla sınırlı da değil. Barış ve demokrasi karşıtı savaş rantçıları, faşist saldırılarını Meclis içine kadar da taşırmış bulunuyor. Geçen hafta İyi Parti sözcüsü Turhan Çömez’in DEM Parti’li Meclis Başkan Yardımcısı Pervin Buldan’a yönelttiği hakaretamiz saldırılar hafta boyunca tartışıldı. Meclis ve Süreç Komisyonu Başkanı Numan Kurtulmuş’un, Diyarbakır gezisi sırasında ‘Kürtçenin konuşulabileceğine ilişkin’ sözleri de tartışma konusu oldu. Komisyon’da Barış Anneleri’nin Kürtçe konuşmasına izin verilmemesine atıf yapılarak, ‘Kürtçe konuşmak Meclis’te yasak, Amed’de serbest mi’ diye soruldu.
SAVAŞ TEZKERESİ
Elbette Meclis’te ve kamuoyunda tartışılan çok önemli bir konu da Tayyip Erdoğan Hükümeti’nin Meclis’e sunduğu ‘Irak ve Suriye’ye asker göndermenin 3 yıl daha uzatılmasını’ talep eden tezkeresi oluyor. Bu tutumun ‘Barış ve Demokratik Toplum Süreci’ ile bağdaşmadığı, AKP iktidarının barışa karşı ve savaş yanlısı olduğu ifade ediliyor. Çok haklı olarak, ‘Bu politika ile barış nasıl sağlanacak’ diye soruluyor.
ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİ
Her zamanki gibi, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin Salı günkü grup konuşması da yoğun tartışmalara sahne olmuş bulunuyor. Devlet Bahçeli’nin tartışmaya konu olan sözleri mevcut Anayasa’nın 66’ncı maddesine ilişkin. Çünkü daha önce Anayasa’nın ilk dört maddesine dokunulamayacağı, ama diğer maddelerin değişebileceği yönünde açıklamalar yapmıştı. Şimdi ise Devlet Bahçeli, bu konuda da önceki sözlerini unutup dönüş yaparak, ‘66’ncı maddenin değişmesinin tartışma konusu bile yapılamayacağını’ söyledi. Böylece yeniden bir Anayasa ve milli kimlik tartışması gündeme geldi.
Aslında böyle bir söylem İyi Parti gibi ırkçı-faşist çevrelerden bekleniyordu, ancak Önder Abdullah Öcalan ve PKK ile diyaloğa öncülük eden Devlet Bahçeli’den beklenmiyordu. Çünkü Anayasa’nın 66’ncı maddesi de değişmezse, Kürtlerle demokratik entegrasyon çerçevesinde yapılacak bir şey kalmadığı gibi, aslında Türk kimlik tanımlaması da muğlaklaşıyor ve ‘Kürtleri inkâr edeceğiz’ derken Türk tarihini de inkâr eder duruma düşülüyor.
Açık ki böyle olunca milli kimlik tanımlamaları iyice karışıyor ve belirsizleşiyor. Şimdiye kadar esas olarak Kürt kimlik tanımlaması böyleydi. Ancak PKK’nin yürüttüğü elli yıllık özgürlük çalışması ve mücadelesi Kürt tarihi ve kimliğine ilişkin bilimsel verilere dayalı önemli bir aydınlanma ve netleşme yarattı. Artık tüm Kürtlerce kabul edilen bir Kürtlük tanımı var ve Hurriler’den bu yana gelen bir Kürt tarihi biliniyor. Fakat 7 Kasım 1982 tarihli darbe Anayasası’nın 66’ncı maddede yaptığı vatandaşlık tanımı, Türklük kimliği ve tarihi konusunda ciddi bir muğlaklık yaratmış bulunuyor.
Devlet Bahçeli’nin ‘dokunulamaz’ dediği 66’ncı madde şöyle: “Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkes Türk’tür”. Böyle olunca, o zaman Türk varlığı Türkiye Cumhuriyeti ile başlıyor ki, o da 29 Ekim 1923 tarihinde kuruldu. Yani 102 yıllık bir tarihi var. Eğer bu Anayasa’da yazılan doğruysa, o zaman ‘102 yıldır Türk var, ondan önce ise yok’ anlamına gelmez mi? Bu da Kürt varlığını inkâr edelim derken, tarihsel Türk varlığını da inkâr etmek olmaz mı? Devlet Bahçeli gibi milliyetçi bir kişilik Türk varlığı ve tarihi için söz konusu düşünceyi nasıl kabul eder?
Dahası Devlet Bahçeli, ‘Türklüğün bir üst kimlik olduğunu’ belirtiyor. Yani Türk hem tarihten gelen bir kavim ve hem de Türkiye Cumhuriyeti ile oluşan bir üst kimlik oluyor. Bunun anlamsız ve kabul edilemez bir düşünce olduğu ve esas olarak da Kürt varlığını inkâr edebilmek için uydurulduğu açıktır. Bu düşünceyi daha çok Bülent Ecevit ile Deniz Baykal ileri sürüyordu. Herhalde Türklerin Sümer’den geldiğini savunan Güneş-Dil teorisinin icat ettiği bir düşünce oluyordu ki, bütün bu görüşler gelişen tarih bilgisi karşısında tümden aşılmıştır. Hiç kimse ‘Kürt varlığını inkâr edeceğiz diye, tarihsel Türk varlığını da inkâr eder duruma’ düşmemelidir. Bu nedenle de 12 Eylül darbecilerinin icat ettiği bu sözde görüşten hemen vazgeçilmelidir.
Aslında geçen haftanın önemli bir konusu Kıbrıs seçimi ve sonucuydu. Kıbrıs seçim sonucu, Türk devlet tezini ve AKP politikalarını toplumun benimsemediğini açıkça gösterdi. AKP-MHP iktidarının bütün çabalarına rağmen, seçimi destekledikleri aday kazanamadı. Peki şimdi ne olacak? Gerçekten de bazılarının söylediği gibi dananın kuyruğu Kıbrıs’ta mı kopacak? Belli ki Kıbrıs ve çevresi, giderek Üçüncü Dünya Savaşı’nın daha çok yoğunlaştığı bir alan haline gelecek. Bu durumda da mevcut politikaları ile devlet ve iktidar teslimiyet-çatışma ikilemi dışında hiçbir şey yapamayacak. Devlet Bahçeli’nin önerisi Türkiye’yi sonu bilinmez bir çatışma içine sokacak. “Devletin beka sorunu var” diyerek yaşanan süreci başlatan Devlet Bahçeli’nin bu düşünceleri nasıl ileri sürdüğüne doğrusu insan inanamıyor. Çok açık ki, Kürt sorununu çözerek demokratikleşen bir Türkiye dışında hiçbir politik yaklaşım Türkiye’yi bu tehlikeli gidişten kurtaramayacak. Ne Bahçeli’nin savaşı çağıran görüşleri ve ne de Tayyip Erdoğan’ın Şarm El Şeyh’e giden teslimiyet kokan tutumları Türkiye’nin felâketle karşılaşmasını önleyebilir. Ancak Önder Abdullah Öcalan’ın 'Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı' Türkiye’yi böyle bir felâketle karşılaşmaktan kurtarabilir.
Tabii bunun gerçekleşebilmesi için de Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın fiziki özgür olması, özgür yaşar ve çalışır koşullara kavuşması gerekir. Yani 'Barış ve Demokratik Toplum Süreci’nin başarıya ulaşması gerekir. Bunun da mücadeleyle gerçekleşeceği, özgürlük mücadelesini daha da büyütmekten ve yaymaktan geçeceği açıktır. Kısaca süreç durma ve bekleme değil, her gün özgürlük mücadelesini geliştirme sürecidir. Başta kadınlar ve gençler olmak üzere Kürt halkının ve dostlarının da her alanda yaptığı zaten budur.
Bu çerçevede dört parça Kürdistan’da ve dünyanın dört bir yanında yürütülen ve kutlanıp selamlanması gereken önemli mücadeleler vardır. Örneğin 17-19 Ekim tarihleri arasında Roma’da gerçekleştirilen ‘Kürt Kültür Festivali’ bunlardan birisidir. Büyük bir coşku içinde yapılan festival, çok doğru olarak ‘Önder Apo’nun fiziki özgürlüğü’ talebine kilitlenmiştir.
BARIŞ ANNELERİ KONFERANSI
Yine 18-19 Ekim günlerinde Amed’de Barış Anneleri’nin 3. Konferansı gerçekleşmiştir. Tamamen Önder Apo’nun fiziki özgürlüğüne kilitlenen konferans, gerçekten de görülmeye değerdir. 'Barış ve Demokratik Toplum Süreci’nin öncülüğünü yapan Kürt Anneleri’nin bilinç, örgütlülük ve iradeleri, TV ekranlarında seyreden herkese umut ve inanç aşılamıştır. Gençlikle başlayan Kürt özgürlük mücadelesi şimdi annelerin dimdik duruşlarıyla zafere doğru ilerlemektedir.
Tabii elli iki yıldır kahramanca direnen Kürt gençliğini de asla göz ardı etmemek ve hep önemsemek gerekir. ‘Özgür Önderlik’le buluşmayı hedefleyen Amed yürüyüşü gerçekten de heybetli ve etkileyici olmuştur. Öngörülen Bursa mitinginin nasıl geçtiğini tam öğrenme imkânımız olmadı. Ancak demokratik kitle eylemlerini Türkiye kentlerine yaymak, özgürlük mücadelesini zafer yolunda ilerletecektir.
KÖLN YÜRÜYÜŞÜ
Kuşkusuz süreç üzerine tartışmalar yürütmek, doğru anlamak ve pratikleşmek için önemlidir. Ancak süreç esasta bir mücadele süreci olduğuna göre, doğru yer ve zamanda sürekli eylemli olmak, başarmak açısından çok daha önemlidir. O halde Avrupa’daki Kürtler ve dostları da 8 Kasım Köln yürüyüşüne çok daha güçlü katılarak büyüyen özgürlük mücadelesini daha da ileri taşımalıdır.”
